Hatıra denizine atılan olta her zaman güzel şeyler getirmiyor insana…

Yıllar önce, bir festivali bahane ederek Taşeli platosundaki Ermenek'e gitmiştim.

Hani şu maden faciasında, "oğlum yüzme de bilmezdi" sözünü boğazımıza düğümleyen anamzın yurduna.

  Bu vesileyle, Ermenek Çayı üzerindeki "Görmeli Köprüsü"nü, sular altında kalmadan son kez görmek istiyordum.

Yollara düştüm.

Karaman üzerinden Mut’a ulaştım.

Kaleyi gezip, Karacoğlan Parkında son göçerler “sarıkeçili yörükleri"nin gün görmüşleriyle sohbetten sonra, yola revan oldum.

Ayışığında döne kıvrıla, Torosların tepesinde Ermenek'e ulaştım.

Kartal yuvası, eteklerinde tarihi yapılar, evler, derinlere inen Göksu Vadisi, karşıda dalga dalga Akdeniz’e uzayan dağların yumuşak silueti…

Boncuk boncuk gökyüzü, limonata gibi bir hava. 

Burası, her şeyi bir de yeniden  ay ışığında keşfetme arzusu uyandırıyor insanda.

Ertesi gün, Emenek’i-Akdeniz’e bağlayan tek geçit, Göksu Vadisi’ne indim.

Bir yanda şırıltı, cıvıltı, reçine ve kekik kokusu eşliğinde, bahçeler arasında özgürce süzülen Göksu…

Öte yandan, kepçeler, dev kamyonlar, mekanik gürültüler, toz bulutu…

En dar yerine inşa edilmiş, yedi asırlık üç gözlü taş köprünün üzerine çıktım.

Karamanoğulları köprüsünden motorlu arçalar hâla geçebiliyor.

Sağlam kitabesinden "Sultan-ı Azam emniyetle geçilmek üzere bu köprünün yapılmasını emretti...." bilgisini öğreniyorum.

 Rivayete göre adını şöyle almış.

 Gülnar’da, “Gezende Köprü” sünü yapan ustanın kalfası Süleyman geceleri de çalışarak gizlice bu köprüyü yaptırmış. Ustası da köprüyü görünce; “öğmeli değil, görmeli” demiş.

Baraj suları altında kalacaktı. Bir daha göremeyecektim.

Yarım günümü sağında solunda, etrafında geçirmiş, adeta her parçasını içime çekmiştim.

Sonraki yıllarda bir kez daha Taşeli Platosu’na, Seydişehir, Bozkır, Hadim, Taşkent, Barçın Yaylası, Sarıveliler ve Başyayla üzerinden geldim.

Dev kayalar, derin vadiler, dolambaçlı ıssız yollarda, hoş bir yalnızlık duygusu sarıyor insanı.

Hadim'de,

Kâmil oldur ki, koya her yerde bir eser,

Eseri olmayanın yerinde yeller eser.”

diyen Hâdimi Efendi'yi selamlayıp, Taşkent'in çelik sularından içerek, “Barçın Yaylası”na ulaştım.

 Karacoğlan'ın :

 "Barçın Yaylası'nda üç güzel gördüm,

Birbirinden üstün şivga fidandır.

Aklım şaştı, garip belim büküldü,

Kaşlar hilâl, gözler ahu cerandır."

 diye andığı yaylada perşembe günü kurulan kalabalık yörük pazarında, salaş bir kahvede, sahillerden gelen "bahşiş yörükleri"yle muhabbet ettim, hikayelerini dinledim.

Ermenk'e vardığımda, ilkin gördüğüm bağlar, bahçeler sular altındaydı.

Tabi...  "Görmeli Köprüsü" de.

“İyi ki daha önce gelmişim” dedim kendi kendime.

Yoksa.

Görmeli'yi göremeyecekmişim.

Yurdumuzun her tarafı, “Görmeli” adını layıkıyla hakeden, saysız tarihi ve doğal güzelliklerle dolu.

O kadar dolu ki, bereket versin el birliğiyle tahrip ede ede bitiremedik.

Geçenlerde, Kula-Salhli Jeoparkı içinde önemli bir Jeosit olan “Damatlı Mahallesi Eski Camii”ni ve yüz elli yıllık “kalem işi bezemeleri”ni ziyarete gittim.

 O eski halinden eser kalmamış. Son cemaat mahallinde daha önce gördüğüm kalem işi “Maşallah 1290” yazısı bile artık yok.

Yapı da, tarihi değeri olan orjinal “kalem işi tezyinat” da, herkesin gözü önünde can çekişiyor.

Yok olması an meselesi.

Jandarmamız nerdeyse her gün “Sardis antik kenti”ni talan eden tarih katili soyguncuların peşinde.

2700 yıldır ayakta duran “bin tepeler” hızla düzleşiyor.

Lydyalıların hiç kurumayan göl dedikleri “Gygea Gölü” Gölmarmara kurudu.

Yurdumuzun her tarafı, “Görmeli” adını layıkıyla hakeden, saysız tarihi ve doğal güzelliklerle dolu.

Ne ki Sahip çıkılmazsa geri dönüşü olmayacak hiçbirinin.